Tango Bir Sevda Gibi Kucaklıyor Her Yeri

0
232

Buzullu bir Kanada kışının, beyazlara büründüğü o suskun gece, bir yıldız düştü Arjantin’den. Bir
ölümsüz dans türünün, geceyle, özlemle, serüven ve tutkuyla iç içe olan bir görkemin buketiydi
izlediğimiz. Ta Arjantin’den, sevdanın tüm boyut larını haykıran bir güzellikler senfonisiydi
karşımızda. Evrensel müziğe, Arjantin’in armağan ettiği tangoydu bizi kucaklayan. Çellonun dev
virtüözlerinden biri olan Luis Bravo ‘nun ”Ölümsüz Tango” adıyla sunduğu iki saatlik gösteri, evrensel
gezisine Toronto’da başlamıştı:

”Bir küçük gemide bilinmeze doğru / Yarın ansızın elveda derken / Adın tekrarlanır dudaklarımda /
Kalbimi geride bırakıp giderken.”

”Manana zarpa un barco – Yarın gemi giderken” adlı unutulmaz bir Arjantin şarkısıyla başlayan
”Ölümsüz Tango” , bir özlem folklorunun, yürek dağlayan ezgileriyle örgülenmişti: ”Tut ellerimden
başlayalım tangoya / Özlem demek için vakit biraz erken / Seni dalgalara sonra anlatırım / Sakın
ağlama gemim giderken.”

19. yüzyılın son 25 yılında, sosyal ve siyasal depremler içindeki Avrupa’dan Güney Amerika’ya göç
edenlerin öyküsüydü tango. Tüm köprüleri atıp, yarınlara yelken açanların sesiydi. Yurdunu gerilerde
bırakan göçmenlerin, yalnızlığın ve üzgünün çığlığıydı tango. Napoli’den, Cenova’dan, Marsilya ve
Hamburg’dan yola çıkanların yaşam öyküsüydü. İçeriğinde, bir tutam Belfast, bir tutam Liverpool, bir
tutam da İstanbul vardı. Ellerinde tahta bavullarla gemilere binenlerin ortak dramıydı. Geride
bırakılmış, belki de bir kez daha görülemeyecek sevgililerin öyküsünü tanımlıyordu. Ceplerinde
sararmış ya da yırtık fotoğraflarla, yaban sahillerde ufukları düşleyenlerin antolojisiydi tango.

Gemiler, Buenos kıyılarında inmeyen yolcularını Uruguay’a götürecekti. Riachuelo’da ya da El
Cerro’da, yoksulluk ve pislikle iç içe olan bir gecekondu sefaletiyle tüm düşler darmadağın olacaktı.
Gece, tüm zamanların en çekici bölümüydü. İtalyan, Alman, Fransız, İrlandalı göçmenler, İstanbullu
Türk Musevileri, 5-6 kişinin yaşamak zorunda olduğu odalarının önünde, ucuz şaraplarla söyleşiye
dalarlardı. Napolitenler, Endülüs şarkıları yankılardı tüm geceyi. Daha sonra gecenin ezgisi olan
tango doğdu. Gecenin öz öyküsüydü tango. Karanlığın ürpertisi, üzgünün simgesiydi yaratılan
müzik. İçkinin ve kokainin tuzağına düşenler, tangonun yeşerdiği korkulu sokaklarda şiddet ve
kavgayla ömür sürdüler. ”Compadrones” diye anılan eli bıçaklı kabadayılar, ilk kez ortaya çıkan
tangonun bir parçası olacaktı. ”Gauchos” adıyla bilinen Arjantin kovboylarıyla birlikte, gecekondulara
fiziksel aşkı getiren fahişeler de girdi tangoya. Büyük çoğunluğu bekâr göçmenlerin içinden çıkmak
bilmediği ”Enramadas” tanımlı genelevler, tüm içeriğiyle şehvetin coşkusuna adanan tangonun
gösteriye dönüştüğü yerler olacaktı. Bir rüzgâr hızıyla, gerilmiş yüzlerle başlayan tango, gerçekte,
dansı sunan erkek ve kadının ritminde bir fahişeyle onun müşterisini yankılayan ilk başlangıcın
nüanslarını anımsatır. Ayakların birbirine düğümlendiği, şehvetin dayanılmazcasına yoğunlaştığı, bir
tutku fırtınasıdır tango. Bu dansı yapılması gereken biçimde becerenler, ellerin, ayakların ve gözlerin
kenetlendiği bir cinselliği simgelerler. Arjantin sosyetesi çok uzun yıllar tangoyu ”bayağılıkla”
suçlamıştı. Emekçinin, ayaktakımı diye anılan insanların müziğini horlayan sosyete, 1. Dünya
Savaşı’nın ardından Paris’e yaptıkları yıllık gezilerinde tangonun her yeri bir sevda gibi kucakladığını
görünce tavır değiştirdi. Birkaç Arjantin turistinden tangoyu öğrenmiş olan Parisliler, tüm Arjantin’e
şok geçirtecekti. Daima Avrupa’ya bakan, hep Avrupalılığa öykünen Arjantin sosyetesi tangoyu,
Paris’ten Buenos Aires’e getirdi. İtalyanca konuşmaya bayılan, Fransa’ya tutkun olan ve ”Keşke
İngiliz olsaydım” diye düş kuran Arjantinli, sadece alt düzey toplum kesiminin müziği olan tangoya
sahip çıkıverdi birdenbire. En saygın salonların, ulusal törenlerin dansı olmuştu tango. Luis
Bravo’nun Toronto’da sunduğu tango şöleni, İstanbul’un arabeske tutsak düşmediği gizemli yılları
anımsattı. Şimdilerde, yaşı 60’a yaklaşanların İstanbul anılarında yaşayıp giden Celal İnce ‘ler,
Secaattin Tanyerli ‘ler, Ayten Alpman ‘lar canlanıverdi gözlerimizin önünde. İstanbul Radyosu’nda,
1950’lerde gitarıyla Arjantin tangoları söyleyen Musevi kökenli o seçkin sanatçının sesini duyar gibi
olduk. ”Adios Ninos”, ”La Cumparsita” ve ”La Tablada” adlı unutulmaz parçaları yeniden dinlerken
gözlerimiz nemlenmişti. ”Ölümsüz Tango” nun yaratıcısı Luis Bravo, Kanada’ya veda ederken
topluluğunun yakışıklı şarkıcısı Alfredo Saez ‘in kadife sesini duyuyorduk: 

”Sen de anlayacaksın her şey yalandı / Aşka adanan bütün sözcükler / Yüreğim geceyle çiçeklere
kandı / Dünya dönse de boşuna öpücükler.”

ENGİN AŞKIN

Cumhuriyet Gazetesi 07.03.1999