Bana tanıdıklarımın zaman zaman sordukları bir soru vardır, “Tango merakın ne zaman başladı?” Ben de onlara, söyleşilerde özellikle sanatçıların verdikleri cevabı tekrarlarım, “Çok küçük yaşta”.
Aslında bu soru “Müziğe merakınız ve yakınlığınız ne zaman başladı?” olmalıdır. Çünkü müzik bir bütündür. Bir türü sevip de diğerinden anlamam ve zevk almam demek bir güdük anlayıştır. Resmi severim de edebiyatı sevmem, şiir sevmem. Klasik müzik dinlerim de hafif müzik sevmem veya Türk sanat müziği dinlerim, türkülerimizden hoşlanmam… gibi. Böyle bir şeyi kabul etmek istemiyorum.
Ne demiştik, sanat bir bütündür ve sanatçı da bu bütünün içinde yoğrulan ve gelişen insandır. Tango derken söz nereye geldi. Gelin biz gene tangoya dönelim ve benim gibi aynı yılları, aynı yaşam dilimlerini paylaşan insanlar gibi, önce bu zevklerin nasıl algılandığını anlatalım, bir öykü gibi…
Kadıköy’de, Acıbadem’deki evimizin çatı katında, Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye ve adalara tepeden bakan bir balkon vardı. Bu çatı katının bir kenarında da “Sahibinin Sesi”, halk arasındaki deyimi ile “köpek marka” bir gramofon vardı. Markanın ambleminde, borulu gromofonun önünde plak dinleyen bir köpek resminden dolayı da adı böyle anılırdı. Çevremden bir şeyler algıladığım günler, hani o çok küçük yaş günleri… Bu gromofondan o güzel manzaraya karşı annem, babam oturup plak dinliyorlar… “Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?..”
Ali Rıfat Çağatay’ın “Tereddüt” isimli fantezi şarkısı. Yanılmıyorsam Münir Nureddin Bey’in ilk plaklarından. Sonra arkasından plak değişiyor, bir hanım sesi, bu da fokstrot…
“Sordum ismi sarı yapıncakmış/ Belli kaç gencin kalbini yakmış” ve Seyyan Hanım söylüyor, Türkçe tangoların ilk kadın solisti, bugün bizler için efsane olmuş bir ses. Plak gene değişiyor ve gene Seyyan Hanım’ın sesi…
“Mazi kalbimde bir yaradır/ Bahtım saçlarından karadır….”
Sarı Yapıncak
“Sarı Yapıncak”, Necip Celal Andel’in ilk bestesi; 17-18 yaşlarında yazmış. “Bu benim bestem” dediğinde inanmamışlar ama. “Mazi” ise ilk tangosu 18-19 yaş heyecanıyla bestelenmiş, o kadar çok sevilmiş ki bu foksrot ve tango dillerden düşmemiş yıllarca. “Sarı Yapıncak”ın notasının üzerinde üç bininci baskı yazıyor. Ama ne yazık ki tarihi yazmıyor. 1920’lerin sonu ve 30’ların başı ama hangi yıl üç bininci baskı olmuş, bilmiyoruz.
“Sarı Yapıncak”ın ve “Mazi”nin sözlerin de Necdet Rüştü Efe yazmış. Şimdi gene eski yıllara dönelim. 1950’lerde yayımlanan Radyo dergisinde A. Vedat Akın’ın Necip Celal ile yaptığı söyleşiden “Mazi”nin nasıl doğduğunu bestecisinin sözlerinden okuyalım.
-Necip Bey dedim, hangi hissin tesiri altında kalarak tango bestelediniz?..
Düşündü… Derin bir nefes aldı. Bütün dikkatime rağmen, bir yaraya diken batırmışım gibi onun mustarip ruhuna dokunduğumu anlamıştım.
“İlk tangomu 1928 senesinde besteledim” dedi ve “ilave etti:
“O zamanlar 18-19yaşlarında bir talebeydim. Taksim Gazinosu’nda, ismini zikretmeyeceğim bir Alman kızı ile tanışarak sevişmeye başladık. Bu kızcağız bir fabrikatörün kızıymış. Babası onu, zorla bir adamla evlendirmek istiyormuş. Kız zoraki nikahtan kurtulmak için soluğu İstanbul’da almış. Tanıştığımızın on beşinci günüydü. Tarih Temiz 1928. Onunla buluşmuştuk. İpek gibi sarı saçlarını dizimin üstüne yayarak, lacivert menevişli gözlerini gözlerimin ta derinliklerine çevirerek uzun uzun baktı ve inleyen bir sesle şöyle dedi:
-Necip, içim sıkılıyor. Kalbim göğsümü parçalayacakmış gibi vuruyor. Bana öyle geliyor ki seni bir daha göremeyeceğim.
O zaman bu sözlerini saçma olarak vasıflandırmıştım. Teselli ettim ve üç gün sonra buluşmak üzere ayrıldık. Her zaman olduğu gibi o gün de üç gün değil otuz senelik bir hasretin doğurduğu heyecanla randevu verdiğim yere koştum. Saatlerce bekledim… Heyhat ne gelen var, ne giden.Deli gibi pansiyonuna koştum. Ev sahibi madam, onun hiçbir adres bırakmadan memleketine gittiğini söyledi. Bu gidiş de şöyle olmuş: Kızın babası ve nişanlısı buraya gelerek zorla götürmüşler.
“Mazi” doğuyor
Pansiyondan ayrılarak geç vakit Boğaz’da çok sevdiğim İstinye’ye döndüm. Karşıki sırtlardan yükselen mehtabın akan sulara serptiği sarı parlak benekler koyu yeşil dalgaların üstünde kah uçuşuyorlar, kah batıp biraz sonar yine beliriyorlardı.
O zaman sağlam olan gözlerimi, bu sarı parıltıların üstüne tespit ettim: Zerreler büyüdü ve karşımda bana iki satır mektup bile yazmadan meçhule uçup giden sevgilinin hayali belirdi. Bir müddet ona baktım. Az sonra bu hayalle gözlerimin arasında gittikçe kalınmayan bir buzlu cam belirdi. Zira ağlıyordum. Kafasın içinde akisler yapan melodinin peşi sıra hemen piyanoya oturdum ve ilk tangomu, “Mazi”yi besteledim.”
İşte ilk Türk tangosu olarak kabul ettiğimiz “Mazi”nin öyküsünü bestecisi, bir haftalık magazin dergisine böyle anlatıyordu. Bu tango bestelendiği günden bu yana tam 62 yıl geçmiş. Ama hala dipdiri yaşıyor, ölümsüz bir eser olmuş ve bestecisini de ölümsüz kılmış.
Ben, Necip Celal Andel’i 1955 yazının bir gecesinde tanıdım. Cağaloğlu’ndaki Eminönü Halkevi’nin salonunda, bir arkadaşımızın düğününde. O zamanlar hep arkadaş düğünleri veya nikahları olurdu, şimdi ise hep cenazelerde buluşur olduk. Piyanoda tangolarını seslendirirdi Necip Celal, dans etmek isteyenler oldu, haber gönderdi piyanonun başından; “Ben tango çalarken lütfen dans edilmesin.” O çalarken dans etmek, onun müziğini hafife almak gibi geliyordu herhalde. O küçük yaşlarımdan tangolarına hayran olduğum insanla karşı karşıya idim ve tanışmıştım.
O yıllarda bizim bir koromuz vardı. 1933’lerde Kadıköy Halkevi’nde kurulmuş ve hocamız Hulusi Öktem’in büyük eğitimci yönü ile idealizmi sayesinde 1959 yılındaki ölümüne kadar devam etmişti. Necip Celal’i tanıdığım yılda Türkiye Milli Talebe Federasyonu korosu olarak çalışmalarımızı sürdürüyorduk. O akşamki düğün de yine bir koro arkadaşımızın düğünüydü. Necip Celal’i bir koro çalışmamıza davet ettik, bizi kırmadı geldi. Hulusi Öktem hocamızla ve diğer arkadaşlarımızla tanıştı.
Kendisi de bizleri Sultanahmet’teki evine davet etti. Sultanahmet Camii’nin denize bakan güzel bir apartmandı burası, eskiden bir konak varmış, sonra yerine Necip Celal’in babası bu binayı yaptırmış. Çalışma odası, girişte, bahçe katında, küçük fakat müzik ve tarih kokan bir yerdi. Duvarlarda dünyanın en ünlü müzisyenlerinin ona imzaladıkları resimlerden şimdi anımsadıklarımı düşünüyorum da. Pablo Casals, Gaspar Cassado, Vasa Prishoda ve şimdi aklıma gelmeyen çok ünlü isimler.
Yıllarca tangolarını büyük bir zevkle dinlediğimiz, o tangolarla sevip hayaller kurduğumuz, romantik günlerimiz, sevinçlerimiz ve acılarımız, hepsi bir anda toplanmışlardı sanki ben ve arkadaşlarım Necip Celal’in oturma odasında, onun çaldığı piyanosu ile beraberken. Güzel tangolarını hep beraber söylüyorduk. Mazi, Suna, Yıllar, Özleyiş, Kimse Sevgimi Bilmez ve diğerleri.
Necip Celal, koroyu çok severmiş ve bizimle tanışması da ona tangolarının bazılarını koro için dört sese aranje etme ilhamını verdi ve yaptıda. Önce “Özleyiş”i düzenledi, “sevdim bir genç kadını” sözleriyle başlayan bu çok ünlü tangosuna, ben “Türk Cumparsitası” derim aradan bu kadar yıl geçti bugün bile hala dipdiri yaşıyor.
NEDİM ERAĞAN
Cumhuriyet Gazetesi 28.10.1990