Küstah ve Hüzünlü

0
258

Tango…

“Cinsel çekici, aşağılık, küstah, bayağı, yapış yapış yumuşak. Kaskatı üzüntüden kerhane sevinci
çıkaran, Germen dilinde tutkular çağrıştıran, serkeş bir yaşamın karanlık mahallelerde sürten
gölgesi…” mi?

Yoksa… “dans edilen hüzünlü bir düşünce mi?”

Belki de “hem yaşam, hem de ölümün lezzeti..”

 
Doğum yeri Buenos Aires’in dışlanmış ve unutulmuş sokakları olan tango hakkında bugüne dek
neler söylenmedi ki… Hatta onun “Tropikal Habanera ile sahte Milonga’nın çiftleşmesinden doğan,
soysuz, melez bir piç” olduğu bile iddia edildi.

Küfürler, aşağılamalar, engellemeler, yasaklar, sahte bir ahlak anlayışının ardında gizlemeye
çalışılan dizginlenmiş öfkeler, ne var ki sokakların başkaldırıyla örtüşen felsefesine hep yenik düştü.
Melez piç, Buenos Aires’in dar sokaklarından caddelerine, oradan gösterişli mekânlara, derken
Avrupa’nın güneş batmayan ülkelerinden İngiltere’nin aristokrat kulüplerine sızıverdi. Manuel
Galvez’in deyişi ile “kerhane sevinci”nin sürten gölgesi İngiliz aristokrasisinin görkemli salonlarında
Buenos Aires’in sesi, ritmi, soyluluğun dekadansının bir çeşit fon müziğini oluşturdu.

Her karşı koyma tangonun ritmini hızlandırdı. Her yasaklama yayılmasına zemin hazırladı, her
küçümseme ise onun sesini kadınla erkeğin bir çeşit konuşması olarak yükseltti. Soyluların kimi
dansları tarih olurken, tango aksine kendi tarihini yazdı. Giderek bir felsefe, onun da ötesinde bir
yaşam biçimi oldu. Kısacası Buenos Aires’in fahişeleri, kabadayıları, sürtükleri, serserileri
yoksulluğun, dışlanmışlığın, küçümsemenin öcünü tango ile aldı. Bütün suç tangoda değil, aksine
onun cazibesine karşı koyanlardaydı.

Bir zamanlar Buenos Aires

Buenos Aires tangonun doğduğu, emeklediği hatta ayağa kalkıp yürüdüğü bir kent. Her şey eski
dünyadan, yeni kente göç ile başladı. Çoğunlukla Sicilyalılar’ın yeni bir yaşam arayışı içinde Buenos
Aires’i keşfetmeleri tangonun da yazgısını belirledi. Bir ülkeden, diğerine göçün yarattığı düş
kırıklıkları, karşılaşılan zorluklar ve hemen ardından gelen yoksulluk ve öfke aşırı bir duygusallıkla
kucaklaşarak kendine özgü bir çıkış yolu arayınca tangonun ilk adımları da belirlenmiş oldu.

Yoksulluğun öfke ile yükselen sesi, meyhane ile genelev arasında çıkış yolu arayan kaçakçılara,
pezevenklere, düşmüş ya da düşürülmüş kadınlarla, her nasılsa buraya düşmüş çaresiz insanlara
,yaşamlarının kaçınılmaz bir parçası olan dövüşmekle sevişmek arasında bir başka eylemin de var
olabildiğini anımsatmakta gecikmedi. Aşağı kültürün baş aktörü bıçkın, korkusuz kabadayısı ile,
pervasız, tahrik edici partneri düşmüş kadın bir araya gelip de, rastgele toplanmış kırık bir keman,
iddiasız bir gitar, soluksuz bir flütün sesiyle coşunca Buenos Aires’in kasvetli sokaklarında adına
sonradan tango denen bir dans da doğdu.

Buenos Aires’in gemici meyhanelerinden taşan nağmeler, hemen yanıbaşındaki genelevlerde de
yankısını bularak sokaklara taştı. Yırtmacın olabildiğince cömert davranıp açıkta bıraktığı kadın
bacağı, bu kez hiçbir ücret ödemeden sokakların yoksulluğu ile ters düşen beyaz giysili kabadayının
kucağında yerini alarak dansı başlattı. Bir çeşit kerhane sevincinden doğan bu dans kısa bir süre
sonra yoksulların kümeleştiği dar sokaklara sığmadı. Oradan Buenos Aires’in caddelerine, derken
ortak bir sevincin dışa yansıdığı kimi özel günlerde meydanlara uzandı. Kısa sürede Arjantin’in her
kentinde özel tango salonları açılmaya başladı. Ama yine de kentsoylu Arjantinliler tangoya
ısınmakta biraz tereddüt ediyorlardı. Kimi tango sözlerinin nesebini inkâr etmeyecek cüretteki sözleri,
iyi aile çocuklarının kulaklarının pamukla tıkanması gibi basit önlemlerin alınmasını kaçınılmaz
kılıyordu. Savaş içinde bocalayan Avrupa ise sesini duyup görüntüsünü görmediği tangoya
küçümsemekten kaynaklanan kısa ve zayıf bir direnişten sonra teslim olacaktı. Tango artık
anavatanının dışına taşmıştı. Eduardo Arolas, Angel Villodo, Luis Rancallo, Vicente Greco,
Francisco Canaro gibi ustalar tangoya gereksinim duyduğu saygınlığı kazandırmakta gecikmediler.
Ya tangoya eşlik eden enstrümanlar… Kırık kemanla akortsuz gitarın dışına taştılar. Derken Ruhr
bölgesindeki yoksul köy kiliselerinde orgun görevini üstlenmek için müzik öğretmeni Henrich Band
tarafından yapılan Bandoneon, her nasılsa yolunu şaşırıp Buenos Aires’e düştü ve tangonun, içinde
yüz kör kuşun öttüğü değişmez kafesi oldu. Bu alet tangoyla öylesine özdeşleşti ki onun için de
sayısız söz yazıldı.

Hüzünlü Gecem

1917’de Carlos Gardel’in “Hüzünlü Gecem”i ile tangoda yeni bir dönem başladı. Müstehcen sözlerin
yerini, bu kez aşk ve sevgi almıştı. Tango şiirleşmişti. Aynı yıl tango yalnızca şiirleşmekle kalmadı,
aynı zamanda ölümsüzlüğünün ilk vizesini de aldı. Montevideolu bir üniversite öğrencisinin marş
olarak bestelediği Comparsita bu müziğe gönül verenlerin elinde birkaç kez şekil değiştirdikten sonra
özel günlerin değişmez parçası olarak günümüze dek geldi. 

Tangonun Avrupa’daki ilk mekânı ise Paris oldu. Bohem yaşamın kümeleştiği ve her bir yeniliğin ve
çılgınlığın filizlendiği Paris’in tangoya kayıtsız kalacağı düşünülemezdi tabii. İç gıcıklayıcı, erotik
figürlerle desteklenen kışkırtıcı bir isteğe davetiye çıkaran tango kısa bir sürede moda oldu. Yaşamın
kimi vazgeçilmez parçaları hep tangoyla anılır oldu; tango rengi, tango etek, tango yemek, tango
kahvaltı.

Ne var ki Avrupalılar tangonun dansına, bastırılmış ahlak anlayışları ve tutuculukları nedeniyle
hemencecik ısınamadılar. Gerçi ısınamamaları için birtakım nedenler de yok değildi. Katolik
mahrumiyeti içinde cinsel konuları kışkırtıcı bir mizahla kurcalamaktan tat alan İtalyanlar bile,
tangoya ayrı bir renk -ve tabii biraz da erotizm sosu veren- yırtmaçlı eteği sansüre uğratıp küçük bir
açıklıkla yetinmek zorunda kaldılar. Aynı yıllarda İngilizler de tüm ithal malları danslarla birlikte
tangoyu da yasakları arasına kattılar. Oysaki Norfolk Düşesi’nin aksine İngiltere Kraliçesi ilk kez
izlediği tangoya hayran olmuştu. Düşes ise, soyluluğun ağırbaşlılığı altına gizlediği tutuculukla
tangonun İngiliz karakter ve ideallerine ters düştüğünü iddia etti. Sonunda tango İngiliz
aristokrasisinin mantığını da yenmeyi becerdi.

Dans etmekten çok savaşmayı yeğleyen Almanlar ise tangoya garip bir anlayışla karşı çıktılar.
Tangonun Prusyalı asker imajındaki erkeklik görünümünü yok ettiğini ileri sürdüler. Ama kenar
mahallenin başkaldırısı Prusyalı askeri de cazibesine almakta pek fazla gecikmedi.

Tango artık anavatanının dışında Avrupa’da da yeşermeye başlamıştı. Postu Paris’e atan Eduardo
Arolas ile Manuel Pizzaro ve onlara çevirdiği filmlerle eşlik eden Carlos Gardel tangonun bir bakıma
Avrupa’daki öncüleri oldular.

Tango yasaklardan sıyrılmış, kitlelerin beğenisini kazanarak gündelik ve tecimsel yaşamın içine
girmiş, daha da saygınlık kazanması için ise kimi klasik müzikten uyarlamalar yapılmaya
başlanmıştı. Verdi’nin operaları, Chopin’in kimi valsleri birer tango olmuştu. Ama tango her ülkede
kendine özgü bir biçem bulmakta gecikmedi. Almanlar kendi karakterlerine uygun marşvari bir
tangoyu tercih ederlerken, Fransızlar daha çok romantizmin duygusallığına kulak verdiler. 

Ortaya çıkışı hemen hemen tangoyla eş zamanlı olan sinema da bu dansın ve müziğin geniş
alanlara yayılmasına yardımcı oldu. Özellikle sessiz sinemanın efsane oyuncusu Rudolph
Valantino’nun unutulmaz filmi “Mahşerin Dört Atlısı”ndaki figürler, tangoyu yığınlara tanıştırmakta,
popüler bir parçadan daha etkili olmuştu. Kimi tango sanatçıları da sinemanın etkinliğini ve
yaygınlığını kullanarak birçok filmde rol alarak tangoyu sevdirdiler.

Kimilerine göre maço, kimilerine göre ise feminen bir danstır tango… Acaba kim kimi idare eder?
Besteci Horacio Ferre bu soruya kestirme yoldan yanıt vererek “Tango erkekle kadının
kucaklaşması, konuşmasıdır” diyor. Ve sonra da “dansta erkek kadını idare eder gibi görünürse de,
aslında kadının bakışları dansı idare eder” diyerek ağırlığını kadınlardan yana koymayı ihmal
etmiyor.

Tango Türkiye’de…

Tangonun ülkemize hangi yılda geldiği kesin olarak bilinmiyor ama 20’li yılların başında kimi elit
tabakada, bilinçli ya da bilinçsiz Avrupa patentli Arjantin tangolarını mırıldananlar anımsanıyor. O
yılların kargaşalar içindeki Türkiye’si düşünüldüğünde tangoya yer olmadığı ortaya çıkıyor.

Cumhuriyetle birlikte Batı’dan sosyete kavramıyla onun kimi yaşam biçimleri de ithal edilince
Saray’ın eliti, Çankaya’da sosyeteye dönüşüverdi. Yeni oluşmaya başlayan sosyetenin içinde kimler
yoktu ki… Palazlanmış azınlıklar, savaş yıllarının yokluğunu servete dönüştüren yeni zenginler,
yüksek bürokratlar ve diğer yüksek rütbeliler. İtalyan kumarbaz Mario Sera’nın Yıldız Sarayı’nda
oluşturduğu kumarhane, Lebon, Markiz denli elitin gözbebeği idi. Yıldız Sarayı’nın görkemli salonları
nelere tanık olmadı ki? Batanlar, çıkanlar, parayla satın alınabilecek her bir zevksizliği skandala
dönüştürenler genç cumhuriyetin kimi değerlerini sarsınca Atatürk devreye giriyor, İtalyan
kumarbazına kapıyı göstermekte gecikmiyor, geldiği yere göndermek zorunda kalıyordu. 

Tangonun, işte bu dönemde ülkemize geldiği sanılıyor. Kesin tarih yok ama, ilk Türkçe tango ile onu
söyleyen biliniyor. Genç Necip Celal, tıpkı sonradan çevrilen Türk filmlerindeki gibi yarım kalmış bir
aşka takılıp sevda kırgını olunca Boğaziçi’ne bakıp o unutulmaz “Mazi”yi yapıyor: “Mazi kalbimde bir
yaradır/ Bahtım saçlarından karadır/ Beni zaman zaman ağlatan/ İşte bu hazin hatıradır”. Sözlerini
Necdet Rüştü Efe’nin yazdığı bu tango o yıllarda henüz konservatuvar öğrencisi olan Seyyan Hanım
tarafından plağa aktarılıyor. Böylece ilk tango ile, ilk tangoyu söyleyen ortaya çıkıyor.

Ardından Atatürk’ün de çok sevdiği “Mehtaplı Bir Gece” dillere düşüyor. Yazan Fehmi Ege, söyleyen
yine Seyyan Hanım. Seyyan (Oskay) kendine özgü sesiyle adeta tangoların müziği ile özdeşleşiyor.
Onun yorumuyla tangolar, His Master Voice’nin 78 devriyle geniş yığınlara doğru yol alıyor. Necdet
Koyutürk’ün Papatya’sı bu yayılışa farklı bir renk ve nefes getiriyor. Türk müziğinin büyük üstadı
Münir Nureddin Selçuk da tango söyleyenler kervanına katılıp “Ayrılık” ve “Senden Uzak” ile bu
müziğe popüler parçalar armağan ediyor. İbrahim Özgür, Celal İnce, Necip Celal Andel, Fehmi Ege,
Kadri Cerrahoğlu, Orhan Avşar, Şecaattin Tanyerli ve daha birçok isim ülkemizde tangonun öncüleri,
yaygınlaştıranları ve tabii sevdirenleri oluyor. Tango Arjantinliler kadar bizim müziğimizin de ayrılmaz
parçası oluyor.

Ahh… Birileri çıkıp da eski taş plaklardaki tangoları bir araya getirip geçmişe duyulan özlemi
geleceğe dönüştürebilse… Çünkü nostaljinin büyüsü Seyyan Hanım’ın “Bekleyiş”ini geri getirmeye
yetmiyor…

BURÇAK EVREN

Cumhuriyet Gazetesi Pazar Dergi 29.04.2001