Her kent, tarihi, efsaneleri, abide ve caddeleri, kendine özgü birçok özellikleriyle diğerlerinden ayrılır. Hiç kuşkusuz sanatı ve müziği de farklılık gösterir. Gerçekten, basit bir melodi bize bir yöreyi, bir şehri anımsattığı gibi onu düşlerimizde yaşatabilmemiz ve hiç görmemiş olsak da özleyebilmemiz için yeter de artar bile. Böylelikle “Viyana valslerinden”, “Napoliten şarkılarından”, “Habanera”dan, Madridlilerin “chotis”lerinden söz edebiliyoruz. Her kentin müziğinde o yöre insanının kimleiğini bulabileceğimiz gibi, sokaklarından kendiliğinden doğmuş mırıtıltıların, seslerin, sevinç ve hüzünlerin herhangi bir melodide somutlaştığını görebiliriz.
İşte, bir dönemde bütün dünyaya armağan ettiği bir müziği, tangoyu, yalnız hatırlamakla kalmayıp hala onunla yaşayan, nefes alan bir şehir: Buenos Aires…
Temmuz ayında, güney yarımkürede ve Buenos Aires’te kış egemendir Soğuk ve nemli bir sis, Rio De La Plata’dan geçerek bi duran kat otoparlarının arasıdan süzülüp gitmekte.
Geceyin ilerleyen saatlerinde Cano 14 adlı gece kulübündeyiz… Dünyanın her tarafından gelen tango meraklılarına ve turistlere “Nestor Roldan-Carlos Figari-Reynaldo Martin-Leopolda Federico” gibi ustalar gene tangolar çalmakta ve söylemekte. Burası ünlü şarkıcı Edmundo Rivero’nun kurduğu ve ölümüne kadar hem şarkı söyleyip hem patronluğunu yaptığı El Viejo Almacen’e eşdeğer bir salon.
Buenos Aires’e gelen turistlerin yarısı (tango düşkünleri) El Viejo Almacen’e diğer yarısı buraya, Cano 14’e getirilir. Cano 14… Yani 14 Boru… Garip bir ad. Ama tangoyu bilenler veya yeni öğrenenler böyle esprilere, karamsar mizaha ve buruk şakalara alışmak zorunda.
Bugün 10 milyonu geçen kentin kanalizasyon boruları, siyah, üst üste piramit şeklinde yığılmış demir döküm borular, yüzyılın başından beri daima yoksullara, esrarcılara, evsizlere ve gececilere mesken olmuştur. Linyeras denilen sokak serserilerinin bütün nesilleri, taşralı yersiz yurtsuzlar, Kalabria’dan gelen meteliksiz tarım işçileri, Paris veya Bukowina’dan gelen başarısız yankesiciler bu kanalizasyon borularında bazen aylarca yaşarlardı. Tangoyu konser müziği olarak zevkle dinlemeye gelen bir azınlığın uğrak yeri olan bir seçkin gece kulübüne isim olarak 14 Boru denmesi, doğrusu kötü bir şaka….
Evet… Bundan yıllarca önce de garsonlar dünya klasında bir tavır ile dolaşırdı bu salonda. Şu, parlak altın düğmeli, siyah kırmızı ceketli, dümdüz taranmış ve ortadan bıçakla kesilmiş gibi ayrılmış saçlarıyla şef garson, nasılda merasimle “Scotch”u ikram ediyor. Gümüş ağızlıklı şişeden “whisky”yi bir metre yüksekten hiç etrafa damlatmadan bardağa akıtıyor ve bu arada maksatlı olarak başka tarafa bakıyor, belki de sahneye.
Orada Anibal Troilo, bandeonunu dizleri üzerine yerleştirmiş, grubun diğer müzisyenleri sahneye çıkarken yan masadaki İngiliz hanım, Pretty Lugubrious These Gentlemen şarkısını mırıldanıyor.Gerçekten, hiçbiri elli yaşın altında olmayan, klasik koyu renk kruvaze elbiseli, soğukkanlı ve anlaşılmaz tavırlı bu sekiz beyefendi, hiç de müzisyene benzemiyorlar.
Daha çok bir iş yemeğinde buluşmuş, eski Chicago’nun mafya elemanları gibidirler. Sanki birazdan kara keman kutuları açılacak ve içlerinden makineli tabancalar çıkıverecek… “Anibal Troilo’yu bizzat dinledim” sözü, Paris, Tokyo, New York veya Berlin’de her tango dostu için gıpta ile karşılanır.
Tıpkı piyano fanatiklerinin Horowitz’i Moskova Konservatuvar Salonu’nda son konserinde veya Arthur Rubinstein’i Cenevre’de son sahneye çıkışında dinlerim sözlerindeki gibi. Ama Troilo, gerçekten 30’lu yıllardan başlayarak bütün zamanların en büyük bandoneon ustası ve büyük Astor Piazzolla’nın erişilmez ideali idi. Cano 14’te (Catorce) son sahneye çıkışından birkaç ay sonra Mayıs 1975’te Buenos Aires’te 60’ına varamadan öldü…
Ustanın çehresi yuvarlık idi, ama sağlıklı değildi. Sonsuz gecelerde şafaklara kadar çalışan, viski bardağını bırakıp ardından gazeteye ve sütlü kahveye el atan bir büyük şehir çocuğu idi. O hep “Pichuco” (Arjantin’deki lakabı), 30’lu yılların “Teenager”ı olarak kaldı. Solgun, şişman, zarif, lacivert gömlekli, şarabi kravatlı ve küçük parmağındaki silah taşlı altın yüzüğü ile…
Troilo’nun dikkatli, mahmur gözleri, yarı sarkık gözkapakları arasından şüpheci, düşünceli, çaldığı müziğe kendini kaptırmış bakışlarla salonun karanlıklarını süzerdi. Parmaklayan, yoğuran elleri arasındaki bandoneondan ne ihtiras ne öfke ne aşağı görme gibi kaba ve ince duygular yayılmaz, yalnızca uçuk benizli ustanın yüzüne biraz olsun yansırdı. O, yalnızca bandoenonu, şikayet ve inilti dolu körüklü kutuşa konuştururdu….
Bandoneon… Bu garip enstrümen, 150 yıl kadar önce Almanya’da Krefeldli müzik öğretmeni (sonraları akordeon fabrikatörü) Heinrich Band tarafından yapıldı. Ve sözde Ruhr kömür havzasındaki fakir köy kiliselerin orgun görevini üstlenmesi düşünülmüştü. Fakat her nasılsa yolunu şaşırdı ve liman kenti Buenos Aires’e vardı.
Ve orada dünyanın hiçbir yerinde olmayacak şekilde kendini buldu hem de yeni, heyecan verici bir müziğin kalbi, ruhu olarak. Tango müzisyenleri bu alete bazı adlar yakıştırırlar: Fuelle (körük) veya jaula (kafes) gibi. Bu sonuncusu yazar Julian Centeya şöyle açıklıyor: “Bandoneon bir kafestir, çünkü onun içinde yüz kör kuş şarkı söyler.” (Gözleri özellikle kör edilmiş kuşların çok daha hisli ve güzel öttükleri inancından) Tangoya girişinden bugüne kadar onun vazgeçilmez sazı, bir anlamda simgesi olan bandoneon, tango edebiyatına ve sözlerine de girecektir. Bando-alma de bandoneon-Bandoneon amigo-Bandola zurda-Che bandoneon, bandoneon için yazılmış sayısız tangodan sadece birkaçı.
FEHMİ AKGÜN
Cumhuriyet Gazetesi 28.10.1990